KİŞİSEL VİTRİNLERİMİZ
Bir gün birbirini hiç tanımayan ama mecburen bir arada olmaları gereken altı insanın yolu bir yerde kesişti ve hep birlikte uzun ama tehlikeli bir yolculuğa çıktılar.
Ayazın iliklerini dondurduğu bu yolculuk sırasında hava kararmak üzereyken bindikleri araç arızalandı ve kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde yolda kaldılar.
Kısa sürede etraftan topladıkları çalı çırpı ile büyük bir ateş yakıp etrafında halkalanarak ısınmaya ve gecenin karanlığını dağıtmaya çalıştılar ama bir süre sonra yanan ateş sönmeye, yüzlerindeki sıcaklık hızla azalmaya başladı ve alevler cılız hale geldikçe de karanlık derinleşti. Derinleşen karanlıkla yalnızlıkları arttı ve soğuğu iliklerine kadar hissetmeye başladılar.
Ya ateşe odun atacak ya da oracıkta donup öleceklerdi.
Ateşi devam ettirmek ve bu sayede hem soğuktan hem de karanlıktan korunmak zorundalardı. Her birinin elinde birer odun vardı ama kimse elindeki odun parçasını sönmek üzere olan bu ateşe atmaya yanaşmıyordu.
Halkanın en başında oturmakta olan kadın, ateşin etrafındaki adamlardan biri zenci olduğu için elindeki odunu arkasına saklamıştı; çünkü bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu.
Kadının hemen yanında oturan diğer adam tek tek herkesin yüzünü alevin cılız aydınlığında inceledi. Altı yol arkadaşının içinde kendi milletinden kimse yoktu ve elindeki odunu ateşe atarsa odun sadece kendisini değil “kendinden olmayanları” da ısıtacaktı. Bu yüzden “onları da ısıtmaktansa soğukta kalmaya razıyım” fikriyle elindeki odunu daha bir sıkı tutmaya başladı.
Hemen onun yanında oturan ve hayatı boyunca bir eli yağda bir eli balda yaşayan zengin adam "sıradan" insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okumakla meşguldu. Sahip olduğu onca serveti, malı, mülkü, zenginliği zaten “kimseyle paylaşmadığı için” elde etmemiş miydi? Soğukta dahi kalsa elindeki tek serveti olan odunu bu “miskin” insanlar için ateşe atamazdı.
Bu zengin adamın yanında oturan diğer adam oldukça yoksuldu ve üstelik üzerindeki tek ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. İnsanların emeğini sömürüp semiren ve haklarını gaspeden zengin adamı iyice süzdü. Zihni böylesine bencil bir adamı ısıtmaktansa soğuktan ölmeye razı olması gerektiğini fısıldıyordu.
Yoksul adamın yanında oturan zenci adam ise “beyazlara” karşı nefret dolu idi, çünkü hayatı boyunca bu beyazlar ona ve arkadaşlarına eziyetler etmişlerdi. Belki şu an bile “zenci” olduğu için ona yeniden saldırabilirlerdi ve elindeki odun kendini onlara karşı korumak için tek silahtı. Onu ateşe atarsa “beyazlara” karşı “savunmasız” kalacaktı. Bu yüzden soğuktan ölse dahi elindeki bu tek silahını ateşe atamaz ve kendini bildiği günden bu yana ona ve arkadaşlarına türlü işkenceler eden bu insanları ısıtamazdı.
Halkanın en sonundaki genç adam ise bugüne kadar hiç kimseye hiçbir şeyi karşılıksız vermemişti. Anne ve babası ona ancak “aldığı zaman verebileceği”ni öğretmişti. Elindeki tek serveti olan odunu ateşe atarsa hem servetinden olacak hem de onunla birlikte ısınacak diğer beş kişi ona hiçbir şey vermeyecekti. Bu yüzden o da elindeki odunu ateşe atmaktan vazgeçti.
Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu ve her birinin donmuş ellerinde ateşe atıp ısınmak yerine sıkı sıkıya tuttukları altı tane odun vardı.
Soğuktan donmuş ellerini bir başkası için vermeye yanaşmayan bencillikleri tutmuştu. Sadece elleri değil aynı zamanda yürekleri de donmuştu her birinin, zira içlerine "senden eksilen aslında sana kalır!" gerçeğinin sımsıcak güneşi hiç doğmamıştı. Gözleri de bencilliğinin ayazından nasiplenmiş, çünkü kendilerinden başkasını görmeyi hiç öğrenmemişlerdi. Kabuğunu kıramayan "ben"likleri "infak" meyvesine durmadan içine kapanıvermiş, çürümüştü.
Tutulan raporlarda hepsinin “soğuktan donarak” öldükleri yazılı idi ama ellerini vermekten geri tutan cimriliğin daha soğuk olduğu kayıtlara geçmemişti. İnsanı büyüklenmenin vadilerine savuran aldırışsızlığın daha karanlık olduğunu o raporlara yazmak kimsenin aklına gelmemişti. "Ben!" dedirten bencilliğin giderek yuvarlanan çığının en amansız ayaz olduğunu da kimse yazmamıştı. Başkalarını görmekten alıkoyan körlüğün en soğuk karanlıkları emzirdirdiğini; onları öldürenin dışarıdaki soğuğun değil, içlerindeki soğukluk olduğunu ise kimse anlamamıştı.
Nerden okuduğumu tam olarak anımsamadığım (ve bazı kısımlarını yazımın amacına uyarladığım) bu yaşanmışlığı her anımsadığımda aslında ne kadar muhteşem bir manevi zenginliğe sahip olduğumuzu anımsıyor beynim;
Zira “vermeyene vereceksin!” diyerek bu soğuğun ayazına güneş gibi doğup buzları hepsini eriten sımsıcak kelimeleri fısıldıyor bu zenginlik.
Yetmiyor, “gelmeyene gideceksin!” diyerek karanlıkları dağıtan heceleri fısıldıyor; “kötülük edene iyilik edeceksin!” diyerek de “ben”cilliğin katı duvarlarını yıkan balyozlarını indiriyor insan kalabilenin yüreğine.
Beynim ise bu zenginliğe rağmen “neden bu haldeyiz?” sorusuna cevap bulmak için üşüten bir yolculuğa çıkıyor çağımızın zemheri karanlığında;
1900 lü yıllarda yaşamış Alman sosyolog Georg Simmel “Rüzgar altındaki ağaç, rüzgar dindikten sonra gövdesiyle eski duruş şekline döner” diyor ve; “fakat bu ağaç aynı yönde sürekli esen rüzgara maruz kaldığında en nihayetinde bu yönde eğilir ve daha sonra eğildiği yönde büyümeye devam eder. Toplumsal ilişkiler de insan iradesini, insan bu ilişkilere uyum gösterinceye ve ilişkilerin zorladığı şeyleri önce gereklilik ve daha sonra kendi içinde kendisinden ayrılmaz bir irade olarak hissedinceye kadar kendi yönlerine eğip bükerler” sözleriyle bu tespitini tamamlıyor.
Bize çok hızlı görünen ancak yaklaşık yarım asırdır aslında devam eden haz, hız ve ayartıcı güçlerden beslenen popülist ve nihilist kültür rüzgârının etkisiyle de eğildiği yönde (yazık ki farkında bile olmadan) büyümeye devam eden günümüz insanının yapısı bundan daha enfes bir şekilde tabir edilemezdi sanırım.
Öyle ya herkese imajlar, kalıplar, ezberler üzerinden baktığımız, bilgiden ziyade duygu ile hareket ettiğimiz, herkese dair fikirlerimizi sekiz on farklı karakter şablonuyla ifade ettiğimiz günümüzde, birbirimizi gerçekte göremediğimiz için; neredeyse birbirini hiç tanımayan, tanımaya imkân bulamadığı gibi buna ihtiyaç da hissetmeyen garip bir toplum haline geliyoruz yavaş yavaş.
Bu yüzden olsa gerek ki kimse artık kimseyi anlamadığı gibi anlamaya da yanaşmıyor. Birbirimize karşı olan ilgisizliğimizin sonucu olan bir birikimle her günün içini tıka basa dolduracak bir sürü meşguliyete sahibiz ama artık bize ait “yaşanacak bir hayatımız yok” maalesef, zira yönümüzü biz değil esen rüzgâr(lar) belirliyor.
Esen rüzgâr(lar)ın yönü ve şiddetince yaşadığımız bu savrulma haliyle alışveriş yapmak, yeni bir şeyler almak, herkesin sahip olduklarına sahip olmak, popüler şeylerden haberdar olmak, günün trendlerini takip etmek, ekran başlarına çivilenmek, dokunmatik olan her şeye yüzlerce kere dokunmak ama aslında gerçek olan hiçbir şeye dokunamamaktan ibaret gördüğümüz; herşeyi “harcamak” üzerine bina ettiğimiz ve en nihayetinde de bize “yaşayalım” ve yaşadığımız dünyayı en yakın çevremizden başlayarak “cennete çevirelim” diye emanet edilen hayatımızı bozuk para gibi harcadığımız bir yaşam tarzımız var çünkü artık.
Üstelik tüm bunları (histerik bir şekilde) eşimiz dostumuz başta olmak üzere en yakın çevremizden başlayarak bütün dünyaya gösterebilmek, üstümüze takıp takıştırıp sergilemek, insanlığımızın orasına burasına iliştirip kişisel vitrinimize koyabilmek için bilerek,isteyerek, farkındalıkla yapıyoruz.
Kendi bedenimizden daha iyi bir beden, o bedeni örten elbisemizden daha çarpıcı bir elbise, kendi yüzümüzden daha güzel bir yüz, kendi yaşantımızdan daha şaşaalı bir yaşantı arayışı içinde olduğumuz için de, içinde dönüp durduğumuz ve bizi kan ter içinde bırakan bütün bu ‘parlak’ performansların boşa kürek çekmekten başka bir şey olmadığı düşüncesi içinizi kemirmiyor artık.
Aldığımız ve sahip olduğumuz her “yeni” ile varolanı “eskittiğimizin” farkında dahi olmadan, hep “yeni” nin peşinde koşan benliğimiz ile kendi kendimizi kemirdiğimizi unutmuş bir halde; kendi gölgemize yetişmek uğruna hakikatten her geçen gün biraz daha uzaklaşmamızın acıklı hikayesi bu maalesef.
Modernliğe atılan ilk adımla beraber başlayan bu hikâyede sahip olduğumuz “eski”, bize asli hakikatimizi hatırlatıyor olmasına rağmen; “yeni” olanı kutsamak adına gözden düşürmeyi kabullendiğimiz “eski”mizin değeri azaldıkça bizi toprağımızla irtibatlı kılan köklerimizle de bağımız koptu ve bu kopuş hayatımıza kattığımız her “yeni” ile birlikte hızına hız katıyor.
Hayatın anlamını sunan ve bu anlamı ötelere taşıyarak ebedi huzuru vadeden o kökler yerinde duruyor ama biz onları göremez, bilemez ve yazık ki umursa(ya)maz haldeyiz artık. Zira modların davranışın yerine geçtiği, kodların standart karaktere dönüştüğü bu zaman diliminde kendini bulması gerekirken kendinden kaçan, kendi gerçekliğine ısrarla gözlerini kapatan, duygusal cetvelinin milimetrik ayrımlarını dahi silmek için çabalayan ve koskoca güneş dururken cılız ışıklarla ömrünü aydınlatma gayretindeki günümüz insanı, herşeyi anlayan ama o herşeyin kendisiyle bağını kuramayan şaşkın bir ruh hali içinde vadedilenin değil, “peşin” olanın derdiyle kıvranıyor.
Hayatın çılgın akışkanlığı yavaşlayıp kendimizle baş başa kaldığımız, yorgun argın kendi zihinlerimize döndüğümüz gecenin ilerleyen saatlerinde; yani her şey o korkunç hızını kaybettiğinde, döngü az da olsa yavaşladığında yakalıyoruz bu farkındalığı.
Tam da bu vakitlerde oluşan sessizliğin iç kulağımızı zorlayan uğultusunda hayat bulan bir boşluk yakalıyor bizi.
Donup kalan insanlığımızla sarsıcı biçimde yüz yüze gelme fırsatı yakalıyor; kendi hayat hikayemizi özetinden nasıl hızlıca okumaya çalıştığımızın, bu özetin öznesi olmak için kendimizi nasıl “görünür” kılmak için paraladığımızın, kişisel tarihimizden toplayarak gelirken sırtımıza aldığımız yüklerimizden kurtulma isteğimizin, sahip olduğumuz her “yeni” ile aslında çoğalmak yerine ne kadar azaldığımızın ve en önemlisi de hayatı gerçekten yaşamak yerine “hovardaca” nasıl harcadığımızın acısını hissediyoruz en derinlerimizde.
Ruhumuz bu boşlukta kulaç atarken gözlerimiz uykunun mahmurluğuna yenik düşüyor ama hayatın eskimeyen, gerçek anlamını fısıldayan ve üstünden ne kadar hoyratça geçilirse geçilsin izleri tamamen silinemeyen bu farkındalığını daha az unutalım, daha sık hatırlayalım istiyoruz içten içe.
Zihnimizin koridorlarında herkesin birbirini ittiği, birbirinden kuşkulandığı, bazen küçük sebeplerle bazen sebepsizce nefret ettiği bu paslı zaman diliminde sıkışan yüreğimizin katıksız, beklentisiz ve çıkarsız bir sevgiye ne kadar ihtiyacını olduğunu farkediyoruz o an.
Uykumuzu kaçıran bu ihtiyaçla yatağımızda doğruluyor; zihnimizin yanyana getirdiği kelimelerin ruhunu nasıl kaybettiğimizi, anlam derinliklerini nasıl yitirdiğimizi, aciz halimizle bize bahşedilen bu yaşam sürecinde başarabildiğimiz tek şeyin “hatırlamak” olduğunu içimiz ezilerek farkediyoruz.
Yürüdüğümüz yolun yanlışlığını, hovardaca harcayarak boşa sarf ettiğimiz zamanın kıymetini o anlarda çok yoğun bir duyguyla hissediyoruz ama geriye doğru yürüyerek kendi özümüze, tabiatımıza, insanlığımıza geri dönemiyoruz. Çünkü bu kez üzerimizdeki iğreti elbiseleri tek tek çıkarıp atarak adeta bir firari gibi kaçıp sığındığımız uyuşmalardan elimizi eteğimizi çekip, canımızı yakacak bir zihin ve kalp berraklığına kendimizi teslim edebilecek gücü kendimizde bulamıyor; zıvanadan çıkmış zihnimizin böylesi ağır bir bedel ödemeye razı olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Bütünlüğümüzle, aslımızla, esasımızla aramıza giren; adımlarımızın cesaretini kıran bu “kişisel vitrin” “elalem ne der” putuna tazim ediyor çünkü.
Bu tazim kısıtlanan ama kontrolden çıkmaya her zaman müsait arzularımızla bir dünya inşa ediyor bize ama bu dünya “biz”den çok uzakta. Biz ise nefsimizi okşayan cazibesiyle hayalimizdeki bu ruhsuz dünyaya ulaşmak için yıllar var yollardayız. Bu yoldaki tek yoldaşımız “sahip olma” arzumuz ama kendimizi o kadar kaptırmış durumdayız ki sahip olmak için çırpındıkça bizi insan kılan meziyetlerimizi de yavaş yavaş kaybettiğimizin farkında bile değiliz.
Günün sonunda, kendimizle başbaşa kaldığımızda bu yitiklerimizin farkına varıyor, hatta çoğu kez yoğun bir arzu ile geri dönmeyi istiyor olsak bile ışıyan her günle bu arzumuz ölüyor ve biz yolunu kaybedip şarkısından uzağa düşen bir nota gibi ordan oraya savruluyoruz.
Her şeyi bu kadar konuşup tüketmişken ve hiç kimsenin bir şeyleri konuşmaya yeniden başlamaya, yeniden düşünmeye, fikirlerin ve duyguların sıfır noktasına geri dönmeye tahammülü yokken bunca yanlışı nasıl doğruya taşıyacağız bilmiyorum ama suyu çoktan kesilmiş; anlamları yakıp kavuran, geriye meselenin sadece hararetini bırakan bu kara değirmende öğütülenin hayat(lar)ımız olduğunu biliyorum.
Farkında olabilme duasıyla.