AH ŞU SEVGİSİZLİĞİMİZ
“İnsanları geçimsiz yapan sevgisizlik, birbirine düşman eden iletişimsizlik, güzellikten yana
yok eden ne varsa ilgisizliktir” diyor Konfüçyüs.
Hepimizin yüreğini dağlayan, içimizi acıtan, yüreğimizi kanatan bir vahşet bomba gibi
düştü gündeme medyanın bir süre önce yaşanmış olayı servis etmesiyle birlikte.
Kaybolan vicdanımızın, üstünü örttüğümüz basiretimizin, artık sadece adını anabildiğimiz
ferasetin bileşkesi olması gereken marifet bakışını kaybettiğimiz için de her birimiz
beddualar dizdik, lanetler okuduk bu makus olaya ve gidişata.
Bu vahşetin sorumlusunun 46 yaşında, gaz lambasından bilgisayar çağına geçişin
hormonlu çocuğu olduğunu, sahip olduğu kültürün hızla yozlaştığını, manevi
dinamiklerinin kaybolduğunu unutarak.
Çocuklarımızı yetiştirirken dahi güç pompaladığımızı, gücün hakta değil hakkın güçte
olduğunu özümsettiğimizi, arkadaş ve iş ortamından elimizdeki gazeteye tv ekranlarına
kadar psikolojik şiddetle iğfal edilen beyinlerin esaret altına alınan beyinlerin “güce”
odaklanacağını ve bu amacına ulaşmak için de “şiddet” kullanacağını atlayarak.
“Çifter çifter yarattım” ilahi ikazına eklenen ve çağlar ötesinden zamanın kalbine üflenen
Veda hutbesindeki “Kadınlar size Allah’ın emanetidir” nebevi haykırışını kalbimize
indirmeden sadece dillendirerek.
Toplumun anası kadını bizzat dinsel terminoloji kullanarak, erkeğin kölesi olarak lanse
etme çabasına sessiz kalmakla içten içe destek vererek.
Bitti mi, hayır. Ama sayfalarca sürebilecek bu tespitler toplumsal hale gelen sorunun
sadece bir yüzü.
Zira 17 saniyelik bir görüntüdeki yürek yakan “ölmek istemiyorum” haykırışının
vicdanlarımıza kazıdığı bu vahşet salt erkek hegamonyası üzerine değerlendirilecek bir
konu değil.
Cinsiyetinin farkına varır varmaz evlilik hayalleri ile büyütülen ve “güçlü erkek, koruyucu
erkek, sahiplenici erkek” imajının içselleştirildiği, kadının cinsel bir obje olarak
sergilendiği kapital bir kültür içinde büyütülen kız çocuğuna öğretilen çaresizliğin öbür
tarafında doğurduğunun kölesi yapılan kadının bizzat kendisi var.
Rabbin “erkeğin himayesine” verdiği ama meallerimizde dahi bizzat Allah adına yalan
söylenerek “kadınlar dövülebilir” desturunun verildiği; erkek egemen bir toplumda
erkeğin kölesi ilan edildiği; bırakın emanet olarak algılayamayı idrak yetimliğimizde
basiretsizliğin dibine vurduğumuz toplumda “ben mutluyum, huzurluyum” diyen kaç
tane kadın tanıyorsunuz? Ya da bin bir umutla kurdukları aile
yuvalarında “sevgi” tohumlarını son ana kadar yeşertme gayreti içinde son noktaya kadar
mücadele eden “kadın”ın ailedeki rolü ne?
Ataerkil bir yapının insanlığın varoluşundan hemen sonra ortaya
koyduğu “erkek” hegamonyası içinde “kadın” nerede?
Kafalarında yarattıkları adeta bir “erkek ilah” sanrısı içinde kadına
biçilen “kölelik”rolünde (kendi nefsim dâhil) kaçımız vebal altında?
Artık buram buram vefa, aşk, sevgi kokan huzur dolu hikayeler nerede kaldı?
Annelerimizin, ninelerimizin, babalarımızın, dedelerimizin aşkları, sevgileri, evlilikleri
neden son nefese kadar sürdü de bugün resmi verilerle son on yılda boşanma oranları
yüzde 740 artmış durumda?
İffet abidesi Meryem’ler; Allah’ın bizzat selam gönderdiği Hatice’ler, vefa
timsali Fatıma’lar, Peygamber’in kördüğümü Aişe’lerden günümüz Havva’larına ulaşan
mesajlar nerede kayboldu, biz ipin ucunuz ne zaman kaybettik?
Bakın dünyaya;
Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i eşleri ya da sevgilileri tarafından
öldürülüyor.
Dünyada her 3 kadından 1’i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor.
Her 5 kadından 1’i hayatının bir döneminde tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı
oluyor.
Dünyada, (ağırlıklı olarak Afrika kıtasında) 135 milyondan fazla kadın sünnet
ediliyor.
320 milyonluk Arap dünyasında her 2 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor.
Suudi Arabistan’da kadının oy hakkı 2011 yılında verildi, araba kullanması
halen kısmen de olsa yasak.
Dünyada her 3 kadından biri şiddete maruz kalıyor, her 5 kadından biri tecavüze
uğruyor ya da tecavüzden son anda kurtuluyor.
Yoksulluk giderek “kadın”laşıyor.
Yeryüzündeki mutlak yoksulluk, açlık sınırındaki 1.5 milyar kişinin yüzde
70’inikadınlar oluşturuyor.
Dünyadaki işlerin yüzde 60’ını yapan kadınlar, toplam gelirin yüzde 10’una; dünya
üzerindeki mal varlığının ise yüzde 1’ine sahipler.
Mültecilerin yüzde 80’ini kadınlar oluşturuyor.
Dünya genelinde okuma yazma bilmeyen yetişkinlerin yüzde 67’si kadın.
Eğitim olanağından yoksun 45 milyon erkek çocuğa karşılık, kızlarda bu rakam 85
milyona ulaşıyor.
700 milyon kadın yeterli yiyecek ve içme suyu ile sağlık ve eğitim hizmetlerinden
mahrum.
Birleşmiş Milletler’e üye 191 ülkenin sadece 12’sinin lideri kadın…
İki yıl önce kaleme aldığım ve araştırması yaklaşık altı yıl süren “Hz Havva’dan Günümüze
Kadın” adlı iki cilt eserimde kadının tarihsel serencamını ele almış; dinsel terminoloji
kullanılarak kadının nasıl köleleştirildiğini ayan beyan gözler önüne sermiş ve
“doğurduklarınızın kölesi olmayın” diye haykırarak eklemiştim; “onlar, kendi suçlularını
doğurdular. Etrafınıza bir bakın hepsi, yetiştirdikleri tarafından taciz ediliyor, yetiştirdikleri
şiddet uyguluyor ve tecavüz ediyor. Yetiştirdikleri, aleyhlerinde yasalar çıkarıyor.” diye.
Her platformda haykırıyorum;
İnsan insana emanettir. Eşler, evlatlar, kardeşler mal değildir, mülk değildir, köle değildir!
Alınmaz, satılmaz, rızası hilafına davranılmaz. Kâinatın en muhteşem ayeti ve en büyük
kutsalı olan insan kıymetlidir, canı azizdir. Boşandı, artık sevmiyor, başkasını sevdi, itaat
etmiyor, velayet vermiyor diye kimse kimsenin canına kast edemez, yaşam hakkını
elinden alamaz. Asıl imtihanın yaşatmak üzerine kurulu olduğu dinsel terminoloji bunu
tüm âlemleri öldürmek olarak lanse eder.
Bu anlayış hakim olmadıkça öldürülen her annenin arşa yükselen her ağıdın üzerinde
parmak izimiz olacaktır maalesef. Çünkü söylemlerimiz eylemlerimizi yalanlıyor ve söz
sadece dudaklarımızda kalıyor, gırtlağımızdan aşağı inmiyor.
Peki bu işin çözümü ne ?
Aileden başlaması gereken değerler eğitimini yeniden canlandıracak sistemsel,
toplumsal ve bireysel önlemler almak tabi.
Çocuklarımıza okullarda beyinlerine ders kitaplarındaki müfredatları boca etmek yerine
sevgi ve vicdan kavramlarını ikame ettirecek yaşanmışlıklar sunmalı, yetişkinler olarak
terbiyenin model olma yolundan geçeceğini idrak etmek zorundayız.
Sayısı her geçen gün artan şiddet olaylarının asıl sebebi olan öfke, saldırganlık, sosyal
güvensizlik zemini oluşturan, aile birliğine zarar veren ve şiddete teşvik eden medya
argümanlarının halka yayılmasının önüne geçmeliyiz ki kanımca yaşanılan vahşet
görüntülerinin medyaya yansıması bile başlı başına bir infial ve nasıl bir ruh haline sahip
olduğumuzun göstergesi.
Evet, insanlar kullanmaya alıştıkları herşeyin Allah’ın nimeti ve emaneti olduğunu,
bununla kendilerinin ve çevrelerindeki insanların sınandığını unuttular. En sonunda da
gözlerinin gördüğü, ellerinin yettiği herşeyi kendi malları zannettiler. Düzenlerini devam
ettirmek için de cahiliyye döneminde olduğu gibi halkı fırkalara ayırdılar ve sahip oldukları
imkanlarla ahalinin gözünü boyama uğraşına girdiler.
Alemlere rahmet olanın deyimiyle yalnızlığın özgürlüğüne, imanın samimiyetine, aşkın
yarasına ve derdin mucizevi gücüne talip olmanın bedeli ağır, yolu meşakkatli. O yüzden
demişti ya bilseler yapmazlardı diye.
Bilselerdi dua için arşa kalkan eller ile eziyetlerin en kötüsüne niyetlenen eller aynı olur
muydu?
Peki bilginin bunca kolay ulaşılabildiği bir çağda gerçekten "bilmiyorduk" bahanesine
sığınmak sizin de aklınızın midesini bulandırmıyor mu? Haddinden başka herşeyi bilen
günümüz insanı Muhammedi davetin binbir güçlükle yerleştirdiği tüm değer, inanç, hedef
ve idealler teslimiyete kör, kulluğa sağır, gölgelerin esiri olmuşların gözü önünde
değiştirilirken huzur-u ilahide "bilmiyorum" diyebilir mi gerçekten?
Doğrudur, vakit kişinin kendi gölgesinin üzerinden atlayıp yüzünü nereye çevireceğini
bilmesi gereken bir vakit. Bu yüzden de niyazlar herşeyin özüne vakıf olana. Her varın
aşikâr ettiklerini de gizlediklerini de O bilir, varlığın her hal ve ahvaline o hükmeder. O’na
duyduğumuz tevekkülle “Allah bize yeter!” sözlerini dalga dalga semaya bırakırken peşin
çalışan tüccar diliyle değil, sadece hayra ve rıza makamına talip bir gönülle arşa hicret
etmek lazım.
Bu yüzden de “güven adası” olması gereken müslümanı ve bu mümbit coğrafyayı bu
hale getiren sebepleri büyük bir cesaret ve samimiyetle ele almalı; ünvanlarına unvan
katmakla meşgul akademisyenler, milletin başına din adına menkıbe boca eden
bezirganlar, öğretmenler, muktedirler, sorumlulardan başlamak üzere yediden yetmişe
bir bilinç ve şuur oluşturmak adına sevgiyi, birliği, beraberliği, emanet bilincini inşa
edecek ve toplumun tamamını ötekileştirmeden, ayrıştırmadan kucaklayacak çalışmalara
bir an evvel başlamalıyız.
Koskoca güneşi cılız kıvılcımlarla değişenler ve yetinmeyip bir de ışığa küfredenler
yüzünden bu hale gelen toplumun girdiği anafor, ancak sabır ve metanetle lehimize
çevrilebilir. Dün, taşlara tapan Ebu Cehil misali mert kâfirlerle sınanıp dirayetini gösteren
bu ümmet; bugün gönüller yıkan ama buna rağmen camileri gökyüzüne yükseltme
yarışında olan iman sahipleriyle başbaşa çünkü. Biliyorum ki, fitnenin karşısında
durabilmek için öncelikle kargaşaya son verip gönülleri birlemek lazım. Bunun için de
“çelikleşmiş” bir sabra ihtiyaç var.
Unutmamalıyız ki;
Saflığı arayan gönüller ve hakkaniyete bakan vicdanlar inşa etmeden hak aramak, zulmü
ortadan kaldırmaz. Nitekim yaşanan bu ahval ile asırlardır her fırsatta dünün mazlumları
yarının zalimleriyle yer değiştirmektedir. Haklarını aramayı ve Allah’ın kendilerine çizdiği
hududun nerede tükendiğini bilmeyenler kendilerini Hakk’ın emrine sunamaz; ilim ve
idraki olmayan bir nefis ise, hangi durumda kime merhamet edeceğini ve nerede durması
gerektiğini bilemez!
Bu yüzden yapmamız gereken şey nefsimizi kendimize imam kılıp onun dipsiz heva
kuyusuna düşmek yerine; onu vicdanın öğrencisi kılıp içimizdeki kiri pası temizleyip
çevremize sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve en çok da adalet tohumları serpiştirmek
olacaktır. Hep söylediğim gibi iman ederek "kendi çağlarının" göğsüne iyilik, güzellik,
doğruluk için; hak ve adalet için, dertleri ve acıları paylaşmak için omuz omuza verip
tohum ekenler kurtulacak, gerisi ne olursa olsun hüsrana uğrayacak ve kaybedecektir!
Sonuç olarak bilmeliyiz ki sözün güzelini seçebilmek için öncelikle sözün tamamını
fikretmek gerekir. Aksi halde akıl, güzel olanı seçmek yerine nefsin arzusuna
kapılarak kolay olanı, hoşa gideni ya da rıza makamından koparak ya nefsine ya da
başkalarına şirin görünebilmek için zor da olsa gösterişli bulduğunu tercih edebilir.
Ama korkulması gereken asıl nokta hata yapmak değil, hatada ısrar etmektir. Zira
Adem'i 'adam' kılan pişmanlığı ve tövbesi, İblis'i şeytan kılan ise hatasındaki ısrarıdır.
Müebbet muhabbetle…