CORONA KÜLFET Mİ NİMET Mİ?
Dünyaya, eşyaya, ekonomiye, siyasete, eğitime bakış açısını kapitale odaklı zihinsel ve kültürel kodlarla komple değiştirerek; medeniyet kisvesi adı altında tüketim delisi, bencil ve makinelere teslim insan modelini yaratmayı başaran muktedirlerin ontolojik bir felâket üreterek dünyayı “ilahı para olan” kapitalizmin ruhsuz hegemonyasının pençesine terkettiği bir süreci yaşıyoruz hep birlikte.
Dünyanın kıyamete sürüklenmesinin ateş fişeği olan bu hegamonyanın baş döndürücü değişiminin bir sonucu -bana göre bedeli olan- covid 19 denen koronavirüs dünyayı hızla dolaşmaya devam ediyor ve kanımca Ademoğlu yaşadığı gezegende yeni bir felsefe, yeni bir sosyoloji, yeni bir psikoloji, yeni bir siyaset ve yeni bir ontolojiyle “yepyeni bir yol” ayrımına girdi.
“Biz”e gelmeden önce bu noktaya nasıl geldiğimize değinmek istiyorum ilkin.
Zira dünyada ve ülkemizde yaşanan sorunların tamamının temelinde “batı uygarlığının gücü putlaştırması gerçeği” yatıyor ama bu yakıcı gerçeği görecek, konuşacak, tartışacak çapta çok az insanımız var maalesef.
Önceki yazılarımın satır aralarında arz etmiştim;
Dünya, teknolojik gelişmelerle insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar birbiri ile yakınlaştı ve bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak da artık bir ülkeyi etkileyen ekonomik, siyasi veya sağlıksal bir sorun tüm dünyayı etkisi altına alıyor.
Ancak bu hale nasıl geldiğimizi bilmek ve yaşadığımız çağı doğru okuyabilmek önemli.
Tarihsel serencama baktığımızda göreceğiz ki; batı uygarlığı, modernite adı altında geliştirdiği meydan okumayla üç asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde ele geçirdiği ekonomik, teknolojik ve askerî güçle bütün medeniyetlerin kökünü kazıdı ve üretilen bu topyekûn saldırı, medeniyetlerin varlık nedenlerini de, temellerini de yerle bir ederek insanlığın geliştirdiği medeniyetleri tarihten sildi.
Dünyanın bugün karşı karşıya kaldığı, içinden çıkamadığı, aksine kangrene dönüşen, karmaşıklaşan ve ağırlaşan en temel sorunu bu kanımca.
Çünkü insanlık tarihi boyunca dünya hiç bu kadar tüketim kölesi olmamış, hiç bu kadar ruhunu yitirmemişti.
Dünyayı bu hale getirenlerin amacı bilgiye ulaşmak değil güce ulaşmaktı. Gücü ise bilgiye ulaşarak, bilim yaparak, tabiatın imkânlarını keşfederek elde ettiler. Dünyayı sömürgeleştirmeden önce tabiatı sömürgeleştirdiler, sonra da tabiatı köleleri hâline getirdiler. Güç, dolayısıyla güç üreten araçlar (bilim ve teknoloji) kutsandı ve amaç haline geldi. İnsan denen en önemli kutsal da bu süreçte gücün, dolayısıyla araçların, bu gücü ve araçları üreten bilim ve teknolojinin kölesi hâline geldi.
Asıl ürpertici nokta ise teknolojik kuşatmanın ötesinde, insanın düşünme melekelerini yitirmesi, hız, haz ve ayartı üzerinden duygularının kölesine dönüşmesi oldu.
Çünkü bu sayede hakikat fikri yok oldu. İnsanlık izafileşmenin ve nihilizmin eşiğinde baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojik aygıtların ve teknolojinin kölesi haline geldi. Bütün kültürel aidiyet biçimleri buharlaştı, aile yerinden edildi. Ruhsuz bir dünya içindeki insan ayartıcı, baştan çıkarıcı, hız ve hazla uyuşturucu güçlere teslim oldu. Bu teslimiyetle birlikte hakkın, hukukun, adaletin büsbütün hiçe sayıldığı, “özgürlükler, hukukun üstünlüğü, demokrasi” gibi batılıların işgallerini maskeleyici ayartıcı sloganlar eşliğinde hukukun ve adaletin yok edildiği bir zaman dilimi başladı.
Eğer kafanızı kuma gömmüş, salt kendi derdinize düşmüş, bugün dünyanın yaşadığı sorunu hem teorik hem de pratik olarak okuyabilecek bir derinliğe sahip değilseniz haçlı ruhunun hep diri olduğundan da bihabersiniz demektir. Zira zihniniz yaşadığınız çağı tanımlamaktan uzaklaşmıştır.
Ancak yaşananları, bir bütün olarak kavrayabilecek bir tarih felsefesi birikimine sahipseniz, yaşananların “bildiğimiz dünyanın sonu” anlamına geldiğini, dünyanın “belirsizlikler çağı”nın eşiğine sürüklendiğini, geceli gündüzlü uğraşlarla geleceğin dünyasının kurulmaya çalışıldığını daha net olarak görebilirsiniz.
Yani bugün yaşadığımız şu ürkütücü tablo; aslında yazımın başında anlatmaya çalıştığım fikriyatın hem fikren hem zihnen hem ruhen hem de ahlâken çöküşünün resmini çiziyor.
Sadece tüketim çılgınlığı peşinde koşturan; kariyer ve paraya tapan, egoizmin pençesinde kıvranan; medya, sanal dünya, film, futbol gibi neredeyse hayatın bütün alanlarını şekillendiren bütün mecralarda, hız, haz ve ayartı peşinde koşturan, duyarlıklarını yitirmiş, dünyanın sorunlarına yabancılaşmış, düşünme melekeleri dumura uğramış, sorumluluk bilinci sıfırlanmış nesillerin hızla ortaya çıkmasını başka türlü izah edebiliyor musunuz?
Bu virüs salgınının kardeşlik, yardımlaşma, kanaatkârlık, tevazu, fedakârlık, diğergâmlık gibi kurucu değerlerimizin yok olmaya yüz tuttuğu; her şeyin izâfîleştiği, anlamsızlaştığı ve bittiği, bütün dünyada değerlerin yerle bir olduğu, sosyal yapıların çatırdağı, ailenin yok edildiği, maneviyatın hayattan çekildiği; futbol, müzik, medya gibi kültür endüstrisinin nefse hitap eden ayartıcı güçleriyle insanlığı büyük bir ontolojik felâketin ve manevî boşluğun eşiğine sürüklediği bir zaman dilimine denk gelmesi sizce tesadüf olabilir mi?
Farkında mısınız bilmiyorum ama insanlık bu sorunlara karşı cesur çözümler üretmek için hayal gücü ve cesaretini yitirmiş durumda. Dünyada ne olup bittiğini anlamayan Asya, Afrika, Latin Amerika, Arap Alemi ve Doğu Avrupa ülkelerinin liderleri halen ondokuzuncu yüzyılın köhnemiş siyaset dilini kullanmaya devam ediyor.
Peki çözümümüz ne?
Öncelikle şuna samimi bir kalple inanmak zorundayız.
İnsan; âlemin, tabiatın ve bütün varlıkların dengesini korumak, sadece insanlar arasında veya sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis etmek; teminat altına almakla mükellef kılınmıştır.
İnsan, bu mükellefiyetle varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde Allah’ın adaletini tesis etmekle yükümlü kılındığı için; başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi; diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de tahakküm kurması düşünülemez. Zira insan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde hakîkî kul olur.
Elbette ki, gücün kutsandığı ve putlaştırıldığı bir çağda, varlığınızı koruyabilmeniz için belli bir güce ulaşmanız kaçınılmaz. Ama güç üreten araçları, amaçların ve en önemlisi insanın önüne geçirirsek, hakikati yitirir; bununla birlikte sevgiyi, merhameti, kardeşliği, yardımlaşmayı, bir ve beraber olma ruhunu yok eder; bilimin ve teknolojinin kölesine dönüşür, insanlığın su kadar ekmek kadar ihtiyaç duyduğu adaleti insanlığa yeniden sunma imkânlarımızı kaybederiz.
Amaç bilim, teknoloji, dolayısıyla güç üreten araçlara hâkim olmak değil; ait olduğumuz manevi mirasın ışığı altında insanoğluna daha âdil ve yaşanabilir bir dünya sunmak olmalıdır.
Biz özellikle şu kaygan zeminde patinaj yapıp sahip olduğumuz bu manevi mirasın farkına varamaz, hakîkî ilerlemeyi insanın olgunlaşması, kemal merdivenlerini tırmanması, insanca bir dünya kurma çabası olarak göremezsek; araçları amaç hâline getirenlerin, gücü kutsayarak ilahlaştıranların oluşturduğu cehennemde, insanlığı felâketin eşiğine sürükleyen çıkmaz sokaklarına sapmaktan da kurtulamaz, hakikati kaybederiz.
Kimbilir, belki de bu hakikat ruhundan uzaklaştığımız için yerkürenin stratejik haritalarının yeniden çizildiği bu yol ayrımında ülke olarak ard arda yaşadığımız “doğal” ve kültürel şoklar, depremler, anormallikler; kendimize olan güvenimizi, geleceğe güvenle bakabilme melekelerimizi her geçen gün yok ediyor ve toplum olarak geleceğimizden, hatta yarınımızdan bile emin değiliz.
Geleceğe sağlıklı bakabilmemiz için, sağlam bir yerde duruyor; ayaklarımızı bulunduğumuz yere sağlam basıyor olmamız gerekir ancak görünen o ki, biz, bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bile tam olarak bilemiyoruz. Tarihimiz, hafızamız, kültürümüz, anlam haritalarımız yok sayılmaya çalışıldığı için, nereye basabileceğimizi de, nereye doğru yürüyeceğimizi de, dolayısıyla yürüyüşümüzü engelleyebilecek duvarları nasıl aşabileceğimizi de kestiremiyoruz.
Çözümsüz müyüz?
Hayır tabi ki!
Her zorlukla birlikte mutlak bir kolaylık verdiğini vaad eden İlahi kudretin insanoğluna yaşattığı her musibetin hem vazifeleri hem de bu yaşanmışlıkların kazandırması gereken beklentileri var.
Okuyor, izliyor, görüyoruz. Gerek yazılı ve görsel medyada, gerek sosyal medyada özellikle bu musibetin dünyaya neden musallat olduğu konusunda yanlış inanışların kıskacında buz tutan gönüller, batıl yaklaşımların istilasıyla tıkanan zihin kanallarıyla yığınla öngörü var.
Ancak şu bilgi kirliliğine rağmen ben asla umutsuz değilim çünkü virüs sonrası evine kapanan insanlığın, içsel bir yolculukla insan olam erdemini yakalayacağını düşünüyor ve bu illetin külfet değil nimet olduğuna inanıyorum.
Zira eve kapatılan ve dışardaki gürültüden iç sesini duyamayan insanlık, bu sisli havada o sese yeniden kavuşarak her şeyin güç ve para olmadığını anladı. Paylaşmanın, dostluğun, empatinin, merhametin, vicdanın ve adaletin yeniden önemli olduğunu fark etmeye başladı. Daha iyi bir gezegen için neler yapılması gerektiğini düşünmeye koyuldu.
Çünkü her ne suretle olursa olsun, her çaresizlik, beraberinde “yeni arayışlar”ı da getirir. Yaşanan çaresizliğin büyüklüğüyle orantılı olarak “uzun soluklu muhasebeler” yapmaya mecbur kalır insan. Şu an işte tam da böylesi bir “hesaplaşma” ve bir gelecek tasavvuru geliştirme noktasında duruyoruz.
Bu nokta çok önemli çünkü bu tür hesaplaşmalar hayatı ve hakikati bütün boyutlarıyla idrak edebilmemizi sağlayabilecek algı kapılarını sonuna kadar açar. İnsanı içindeki ölüm korlusu ile yüzleştirerek şefkat, merhamet ve adalet duygusuyla yeniden donatır. Zira ölüm fikri insana, hem bu dünya hayatının geçici ve sınırlı olduğunu, hem de ruhunda saklı bulunan ölümsüzlük fikrinin izini nasıl sürebileceğini öğretir.
Bizler insanlığın dün umudu olmuş, yarın da umudu olabileceğini gösterecek kadar dünyanın mazlumlarına, yoksullarına, kimsesizlerine kucak açan mümbit bir coğrafyanın evlatlarıyız.
Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri hayata geçiren bir medeniyetin çocukları olarak bu medeniyetin dinamiklerine sıkıca sarılmış, sâbitelerine, ruh köklerine yürekten sahip çıkan bir coğrafyanın çocuklarını hiç bir maddî güç yok edemez. Buna imanım tam.
Ancak, zihnimizi çağdaş hurafeler çöplüğünden soyutlayarak; haritaların yeniden çizildiğini, bildiğimiz dünyanın çöktüğünü, yeni bir dünyanın kurulduğunun farkına varıp; toplumu kenetleyecek, bütünleştirecek, farklılıkları zenginlik olarak değerlendirecek, asgarî müşterekleri pekiştirecek, kısacası bütün kesimleri kucaklayacak ve aynı hedefe yönlendirecek politikalar oluşturarak medeniyet coğrafyamızı diriltmek; birliğimizi, dirliğimizi, kardeşliğimizi pekiştirecek köklü adımlar atmak zorundayız.
Kabul ediyorum.
Gönül ve ruh coğrafyamız satırlarımın başından beri saydığım sebeplerle paramparça bugün. Ama bunun farkında olmak dahi direnişin, teslim bayrağı çekmeyişin ve yeniden toparlanma iradesinin beyanı olsa gerek. Eğer gönül ve ruh coğrafyamızda kendimizle buluşabilir, “biz”e ulaşabilir; kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerle içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğabilirsek, inanıyorum ki bizim önümüzde kimse duramaz.
Lafın özü, bu süreç kendimizi doğurma süreci ve bence külfet değil başlı başına bir nimet.
Farkında olabilme temennisiyle…